Paris’e geleli iki gün oldu. Son anda imzaladım sözleşmeyi. Aniden vazgeçmiş ilk tercihleri. Yalnız yaşayamayacağına karar vermiş, sevgilisinin teklifini kabul etmiş. Onun tuttuğu evin kontratını üstüme alıyorum. Uçak biletimi şirket ayarlıyor. Veda ediyorum herkese, her şeye. Bir bavul alıyorum yanıma sadece. Biraz kıyafet, biraz kitap. Bir de tesadüfen objektife girdiğimiz o fotoğrafı; onun siyah çakmağıyla sigaramı yakarken, sigara yerine gözlerime baktığı.
Evden erken çıkıyorum. İşe gitmeden önce nehrin kenarında kısa bir yürüyüş iyi gelir diye metrodan bir durak önce iniyorum. Parka doğru giderken polisin ve ambulansın sirenleri birbirine karışıyor. Müziğimin ritmine ayak uydurup ilerliyorken görüyorum kazayı. Bisikletli gence çarpan Peugout’dan çıkan orta yaşlı kadın üzgün, pişman, korkmuş. Korkuyorum. Kalbimin ritmi hızlanıyor. Müzik, sirenler kayboluyor. Kocam kollarımda. ¨Hayır,¨ diye bağırıyorum. ¨Daha bir ay oldu evleneli. Bu haksızlık. Bize yeşil yanıyordu.¨ Aşkla bakan gözleri kapanıyor, eli elimden oracıkta kayıyor. Yüzüklerimize bakıyorum. Çıkaracak mıyız şimdi onları? Aklımdan böyle saçma sapan şeyler geçiyor o an. Gözümden bir damla yaş akıyor. Lanet ediyorum her şeye. Nasıl yaşayacağım şimdi?
Yaşanıyormuş işte deyip bu defa gözümden akan yaşları siliyorum nehre yaklaşırken. Boş bir bank görünce mutlu oluyorum. Biraz oturuyorum, erken yatmış olmama rağmen hâlâ yorgunum. Üstü açık gezinti botlarında turistler güneşin ve yazdan çalınmış sonbahar havasının keyfini çıkarıyorlar. Neşeliler. Karnımın guruldamasıyla dün akşamdan beri ağzıma tek bir lokma bile koymadığımı hatırlıyorum. Bez çantamın içinden sandviçimi çıkarıp ısırıyorum. Merdivenleri inmeden önce köşedeki kafeden aldığım dumanı üstünde tüten kahvemden bir yudum içiyorum. Kapağını aralayıp gözlerimi kapatıyorum ve kokusunu içime çekiyorum. Kahve içmek için masanın toplanmasını bile bekleyemeyen babaannemle babam derin bir sohbete dalmak üzereler. Yemekten yeni kalkmışız. Bir yandan da kolunun altındaki ince, uzun, bakır değirmenin sapını yaşından beklenmeyen bir çeviklikle döndürüyor. Odaya en sevdiğim koku yayılıyor. Babaannem duruyor, kahvesinden bir yudum daha alıyor. Bir savaş kahramanının babasına hasret kızı olduğunu belli ediyor. ¨Dört kardeş hepsi birden gitmişler de, biri bile dönmemiş,¨ diye büyüklerinden dinlediği Çanakkale Destanı’nı anlatıyor.
Yakınlardaki bir kiliseden gelen çan sesleri ile toparlanmaya başlıyorum. Daha ilk günden işe geç kalamam. Nehrin iki yanındaki ağaçların döktüğü sarı, turuncu, kahverengi yapraklar yerleri kaplamış. Ayağımın altında çıtırdıyorlar. Ortaköy Beşiktaş arasındaki o güzelim asırlık çınarların olduğu huzurlu yolda babamla sohbet ederek yürüyoruz. ¨Baba, ya bu hafta kursta birinci olamazsam?¨ ¨Olma kızım, bu sefer de ikinci ol! Bir seferden bir şeycik olmaz.¨ Gülüyor. Hep gülerek verir mesajını, alttan. Olsun. Yeter ki gülsün. Aklımdan niye bu kadar çok çalışıyorsun, seni özlüyorum, bari akşamları erken gelsen, demek geçiyor. Gülüşü kaçmasın diye susuyorum. ¨Kazanamazsam çok üzülür müsün?¨ ¨Sen beni üzmezsin, güzel kızım.¨ Sırt çantamın ağırlığı artıyor, yapraklar daha bir çıtırdıyor. Yine de hayattan çalabildiğimiz o yarım saatin mutluluğu kaybolmuyor.
Boynuma astığım kartı okutup açılan kapılardan geçiyorum güvenliği. Neredeyse bütün katta çalışanları alabilecek kadar büyük asansörlere yöneliyorum. Arkamdaki kahkahaları, yüksek tonda sohbetleri, şakalaşmaları duyunca dönüp bakıyorum. Gençlerden oluşan grubu görünce bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Çalışmaya yeni başladığım zamanlarda nasıl da eğlenirdik arkadaşlarla. İple çektiğimiz öğlen aralarında pencereden ışıldayan güneşi görür görmez başlayan hummalı mesajlaşmalar, saat on ikiyi gösterir göstermez kendimizi asansöre atmalarımız, bitmeyen sohbetler, dedikodular. Arka arkaya doluştuğumuz taksilerle sahile inmelerimiz. Kimi zaman bir tost ve dumanı tüten bir çay, kimi zaman ekmek arası balık… Hep o manzara, deniz ve iyot kokusu değil miydi bizi birbirimize ve hayata bağlayan.
Masama oturuyorum sonunda. Ertesi gün yapılacak toplantı için sunumumu son kez güncelliyorum. Her katılımcıya bir kopya lazım. Yazdır dedikten sonra önce mutfağa uğrayıp kendime bir espresso alıyorum. Kafedeki kadar güzel kokmuyor ama olsun. Tüm kopyalar basılmıştır umuduyla printer odasına yöneliyorum. Yazıcının yanındaki masada bir sigara paketi, yanında da siyah bir çakmak. Ama bunun üstünde N harfi yok. ¨O çakmak annemden hatıra olmasaydı seve seve size verebilirdim, beğendiniz galiba?¨ ¨Evet çok güzel. Ama zaten sigara içmiyorum. Babam da daha yirmi iki yaşında çakmak taşıdığımı görürse çok üzülür. Üzerindeki harfin anlamı nedir?¨ ¨Annemin adı Nermin’di. Sizin adınız?¨ Gülüyorum. ¨Nehir!¨ ¨Ne tesadüf. Benim sevgilim olsaydınız, size hediye edebilirdim bu çakmağı.¨ O da gülmeye başlıyor. Sigara odasının dedikoduları çok meşhur. Kaçırmamak lazım. Yanımdaki arkadaşımla boş bir köşeye çekiliyorum. Gözü üstümde hissediyorum. Beni kendine çeken o güce karşı koyamıyorum. Dönüp bakıyorum. Departmanda kızlar dalga geçiyorlar. ¨Haftada bir dedikodu için takılıyordun hani? İçine bile çekmiyordun. Hakan’ın çakmağını ve sigara paketini ayırmaz oldun yanından.¨
Gün bitmek bilmiyor, yeni isimler, öğrenilecek kurallar, hayatı başka bir dilde yaşamak. Saat beşi gösterdiğinde boşalıyor ofis. Nehrin kenarında yürümeye karar veriyorum. Polisin ve ambulansın sirenleri yine birbirine karışıyor, yine bir akşam saati duymamaya çalışıyorum. Müziğin sesini arttırıyorum. Çantamdan çıkardığım siyah çakmağı avucumun içinde sımsıkı tutuyorum. Başparmağımla N harfinin üstünde daireler çiziyorum. Apartmanın girişindeki markete uğrayıp bir sandviç ve kırmızı şarap alıyorum. Hızlı adımlarla en üst kattaki eski çatı aralığından bozma, tek oda evime kendimi atıyorum. Pencereden süzülen havayı içime çekiyorum. Çok yorgunum. Gözlerim kapanıyor. Koltuğa çöküp şarabımdan bir yudum alıyorum. Çakmağı sehpaya bırakıyorum. Batmakta olan güneşe ve Eyfel Kulesi’nin çatılar üstünden bulutlara uzanan tepesine bakıyorum. Anılar peşinde gözlerimi yumuyorum.
Seçil Erginler
8 Mart 2022, İstanbul
Comments